
Sahip olduğu stratejik konumu ve ekonomik potansiyeli nedeniyle birçok medeniyete ev sahipliği yapan Diyarbakır, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde 639 yılında Müslümanlar tarafından fethedildi. Mekke’nin fethinden 9 yıl, Hz. Peygamber’in vefatından 7 yıl, Kudüs’ün fethinden ise 2 yıl sonra fethedilen Diyarbakır sadece bir toprak parçası ve idari birim olarak kalmamış aynı zamanda Anadolu’nun İslam’ın açıldığı bir […]
Sahip olduğu stratejik konumu ve ekonomik potansiyeli nedeniyle birçok medeniyete ev sahipliği yapan Diyarbakır, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde 639 yılında Müslümanlar tarafından fethedildi. Mekke’nin fethinden 9 yıl, Hz. Peygamber’in vefatından 7 yıl, Kudüs’ün fethinden ise 2 yıl sonra fethedilen Diyarbakır sadece bir toprak parçası ve idari birim olarak kalmamış aynı zamanda Anadolu’nun İslam’ın açıldığı bir kapı olmuştur. İslam tarihi kaynaklarında Elcezire diye ifade edilen Yukarı Mezopotamya’nın bu önemli şehri, Müslüman devletler/hanedanlıklar döneminde önemli bir idari, siyasi, ekonomik ve medeniyet merkezi olmuştur. Bir inanç ve irfan merkezi olan Diyarbakır’da farklı milletler, din ve mezheplere mensup topluluklar varlığını devam ettirmişlerdir. Şehirde bulunan mabetler, bu farklılıkların en bariz özelliği olarak asırlarca varlığını devam ettirmiştir. Diyarbakır’da Müslümanlara ait mabetler içerisinde en dikkat çeken ve günümüze kadar ruhaniyetini ve ihtişamını muhafaza eden eserlerin başında Ulu Camii gelmektedir.
Tarihi kaynaklarda Cami-i Kebir olarak ifade edilen Ulu Camii sahip olduğu özellikler kadar bilinmeyen yönleriyle de merak konusu olmaya devam etmektedir. Diyarbakır’a gelen seyyahların genellikle değindikleri iki eser vardır: Bunlardan birisi Diyarbakır surları bir diğer ise Ulu Camii’dir. Mabedi ziyaret eden seyyahlar onun büyüleyici ihtişamını dile getirmişlerdir. Böylesine önemli bir eserin ne zaman kimler tarafından inşa edildiği konusu hakkında maalesef ikna edici bir bilgiye sahip değiliz. Eser hakkında ilk sağlıklı bilgileri veren kişi İranlı seyyah Nasır-ı Hüsrev’dir. Nasır-ı Hüsrev’in 1061 tarihli “Sefername” adlı eserinde Ulu Camii hakkında kıymetli bilgiler yer almaktadır. Şehrin 639 yılında fethedildiğini dikkate aldığımızda yaklaşık 420 yıl boyunca mabet hakkında bilgi veren herhangi bir kayıt mevcut değildir. Diyarbakır’ın fethi hakkında bilgiler aktaran İslam tarihçisi Vâkidî, Diyarbakır fatihi İyaz b. Ganem’in Hıristiyanların en büyük mabedi olan Mar Toma Kilisesi’nin üçte ikisi üzerine bir cami inşa ettirdiğini belirtmektedir. Bunun dışında şehrin fethi hakkında bilgi veren tarihçilerin eserlerinde de cami hakkında herhangi bir bilgi ve karine söz konusu değildir. Vâkidî’nin verdiği bu bilgiyi doğru kabul edip, inşa edilen caminin de Ulu Camii olduğunu varsaysak bile yine de cami hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Bu nedenle Ulu Camii hakkında ilk defa bilgi veren Nasır-ı Hüsrev’in bilgileri büyük ehemmiyet arz etmektedir.
Nasır-ı Hüsrev öncelikle Diyarbakır surları hakkındaki izlenimlerini ve hayranlığını dile getirmektedir. Dünyanın dört bir bucağını gezdiğini, bu vesile ile Arap, Acem, Hind ve Türk memleketlerinde birçok şehirler ve kaleler gördüğünü ifade eden Nasır-ı Hüsrev, yeryüzünde hiçbir ülkede Amid şehrinin kalesine benzer bir kale görmediğini, başka bir yerde bunun gibi bir kale gördüm diyeni de duymadığını belirterek şaşkınlığını aktarmaktadır. Hasır-ı Hüsrev, Ulu Cami hakkında şu detayları aktarmaktadır:
“Ulu Camii de Diyarbakır surları gibi kara taşla yapılmıştır. Öyle mükemmel bir yapıdır ki ondan daha düzgün, ondan daha sağlam yapılmasına imkân yoktur. Camii’nin içinde iki yüz küsur taş direk vardır. Her direk yekpare taştandır. Direklerin üstüne, hepsi taştan olmak üzere kemerler yapılmıştır. Kemerlerin üstünde de öbür direklerden kısa direkler, o büyük kemerler üstünde yine bir sıra küçük kemerler vardır. Bu mescidin bütün damları kubbelerle örtülmüş, her tarafı oyma işleriyle, nakışlarla süslenmiş ve boyanmıştır. Mescidin ortasında büyük bir taş vardır, o taşın üstüne bir adam boyu yüksekliği, çevresi iki arşın gelen pek büyük yuvarlak taş bir havuz konmuştur. Havuzun ortasında pirinç bir lüle vardır. Oradaki fıskiyeden berrak su fışkırır. O suyun nereden gelip nereye aktığı görünmez. Öyle büyük, öyle güzel abdesthane yapılmıştır ki ondan daha iyisi olamaz. Yalnız binaların yapıldığı taşların hepsi karadır”.
Bu şekilde Ulu Camii’nin sağlamlığı, sütunları, kemerleri, kubbesi, süslemesi, boyası, avlusu ve şadırvanı hakkında bilgi veren Nasır-ı Hüsrev, “ondan daha iyisi olamaz” diyerek Ulu Camii’nin tam manasıyla mükemmel bir mabet olduğunu ifade etmektedir. Nasır-ı Hüsrev, mabedin kimler tarafından, ne zaman yapıldığı hakkında herhangi bir bilgi vermediği gibi, kilisenin yerine yapıldığı veya kiliseden dönüştürüldüğü hakkında da herhangi bir değerlendirme yapmaz. Nasır-ı Hüsrev’den sonra Ulu Camii hakkında detaylı bilgi veren ikinci seyyah ise Evliya Çelebi’dir. Her ne kadar Jean Baptiste Tavernier 17. yüzyılın ortalarında Diyarbakır’ı ziyaret etmişse de mabet hakkında çok kısa bilgi aktarmaktadır. Tavernier, eskiden bir kilise olan muhteşem bir caminin varlığına dikkat çektikten sonra caminin çok güzel menteşelerle çevrelendiğini, etrafında da mollalar, dervişler, kitap, kağıt tüccarları ve yasayla ilgili kişiler bulunduğu aktarmaktadır. Bu ifadelerden hareketle Tavernier’in mabedi yakından inceleme fırsatı olmadığı, sadece uzaktan gözlemlerini aktardığı anlaşılmaktadır.
Jean Baptiste Tavernier’den kısa bir süre sonra Diyarbakır’ı ziyaret eden Evliya Çelebi Ulu Camii karşında tam anlamıyla mest olmuştur. Diyarbakır’ın tarihi, idari yapısı, ekonomik yapısı, sakinleri ve bunların yaşam tarzı hakkında çok detaylı bilgiler veren Evliya Çelebi’nin Ulu Camii ile ilgili tespit ve değerlendirmeleri adeta bu mabedin kimlik ve künyesini oluşturmuştur. Günümüzde Ulu Camii’nin 5. Harem-i Şerif diye anılmasında ve insanlar üzerindeki etkili ruhaniyetinden bahsedilmesinde Evliya Çelebi çok önemli bir yere sahiptir. Evliya Çelebi Ulu Camii ve müştemilatı hakkında şunları aktarmaktadır:
“Şehrin ortasında eski bir mabet, Cami-i Kebir. Diyarbakır’ın yüz suyu olan Cami-i Kebir’i Rum tarihçileri bu caminin Hz. Musa zamanında yapılmış olduğunda birleşmişlerdir. Avlu sütunlarının sağ tarafında beyaz bir sütun üzerinde İbranice tarihi vardır. Kale her kimin eline geçmişse yine mabet olmaktan geri kalmamıştır. İçinde öyle bir ruhanilik vardır ki, bir Müslüman iki rekât namaz kılsa kabul olduğuna kalbi şahit olur. Sanki Halep’in Ulu Camii, Şam’ın Emevi Camii, Kudüs’ün Mescid-i Aksa’sı, Mısır’ın Ezher Camii, İstanbul’un Ayasofya’sıdır. Kiliseden camiye çevrildiğine dair binlerce işaret vardır. Zira minaresi dört köşedir ki, kilise iken çan yeri imiş. Mihrap ve minberi eski üsluptur. Camii’nin içi avize ve kandiller ile süslüdür. Küçük büyük çeşitli üç katlı sütunlar birbiri üzerine oturtulmuşlardır. Camii’nin içinde ayrıca Şafiî Camii vardır. Bütün Şafiî mezhebinden olanlar burada ibadet ederler. Bu caminin dört kapısı vardır. Gece gündüz cemaatten boş kalmayıp, yetmiş seksen yerinde çeşitli bilim dallarında öğrenim yapılır. Nice yerinde tarikata mensup olanlar çile odasına girip, kırk gün ibadet ve zikir yaparlar. Camii’nin dış avlusu beyaz ham mermer ile döşenmiştir. Avlunun ortasında abdest almak için bir havuz vardır. Havuzun bütün musluklarından namaz kılacaklar abdest tazeleyip ibadet ederler. Bu akar çeşmenin suları Hamravat Pınarı ve Ali Pınar Nehri’nden gelir. Avlunun dört tarafı, İstanbul’daki Süleymaniye Camii gibi yan sofalardır. Bu sofalar üzerinde çeşitli mermer, somaki, zenburi ve berekânî sütunlar vardır. En üstlerinde olanları zayıf ve ince sütunlardır. Onların altındakiler kalındır. En alttakiler büyük sütunlardır. Bu sütunlar üzerinde görülmeye değer baş aşağı kubbeler vardır. Bu avlunun üç tarafında üç kapı vardır. Yeniden dört köşeli bir minare yapılmıştır. Sözün kısası Diyarbakır’da bu kadar büyük bir cami yoktur. İçi on bin kişi alır. Yapının bütün eserleri, baş aşağı kubbeleri tamamen has kurşun ile örtülüdür. Cuma hutbesinde Hatip, şehrin fatihi Sultan Selim Han’ın da adını okur”.
Evliya Çelebi’nin Ulu Camii ile ilgili aktardığı bu bilgilerin her bir kelimesi adeta birer konu başlığı kıymetindedir. Zira burada geçen her kelime birçok izahı bünyesinde taşımaktadır. Evliya Çelebi, Ulu Camii’nin Hz Musa döneminden beri bir mabet olduğunu söyleyerek bu mabedin M.Ö. 17-15.yüzyıllardan beri varlığına dikkat çekmiştir. Buna delil olarak da avlu sütunlarının sağ tarafında olan bir beyaz bir sütun üzerindeki İbranice tarihi göstermektedir. Evliya Çelebi’nin bahsettiği İbranice tarih veya kitabeden ne hikmetse, Ulu Camii’nin daha önceden kilise olduğunu kanıtlamaya çalışan hiçbir seyyah bahsetmemektedir. Bu nedenle Evliya Çelebi’nin bu iddiasına ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor. Adeta tevhit tarihi boyunca devamlı mabet olarak kullanıldığına dikkat çeken Evliya Çelebi, Ulu Camii’nin, Halep’in Ulu Camii, Şam’ın Emevi Camii, Kudüs’ün Mescid-i Aksa’sı, Mısır’ın Ezher Camii, İstanbul’un Ayasofya gibi ruhanilik taşıdığını dile getirmektedir. Bu ruhanilik nedeniyle de kişinin kıldığı namazın kabul edildiğine kanaat getirdiğini ifade eder. Camii’nin kiliseden tahvil edildiğine kanıt olarak minaresinin dört köşe olmasını göstermektedir. Evliya Çelebi’nin aktardıkları içerisinde dikkat çeken diğer bir husus ise Ulu Camii’nin toplumsal hayata yansıyan yönüdür. Çevresinde bulunan Mesudiye ve Zinciriye medreseleriyle birlikte adeta bir külliye olan Ulu Camii, sadece ibadet yapılan bir yer değil aynı zamanda toplumun irşat merkezidir. Evliya Çelebi’nin aktardıklarına göre Ulu Camii, gece gündüz cemaatle dolup taşmaktadır. Camii’nin yetmiş seksen yerinde çeşitli bilim dallarında öğrenim yapılır. Bunun yanı sıra caminin bazı yerlerinde de tarikata mensup olanlar çile odasına girip, kırk gün ibadet ve zikir yapmaktadırlar. Evliya Çelebi bu aktardıklarıyla ulu mabedin hem hayata ve hem de ahirete bakan yönüne dikkat çekmektedir. Yapı ile ilgili aktardığı diğer bilgi ise Ulu Camii hatibinin Cuma hutbelerinde Diyarbakır fatihi Yavuz Sultan Selim Han’ın adını zikretmesidir. Bilindiği üzere Diyarbakır 1515 yılında Yavuz Sultan Selim zamanında Safevi idaresinden alınarak Osmanlı topraklarına dâhil edilmiştir.
Evliya Çelebi’nin de değinmiş olduğu Ulu Camii’nin kiliseden çevrildiği iddiası mabedin en çok tartışılan yönüdür. Bu nedenle Diyarbakır’a gelen seyyahların ilgi gösterdikleri mekânların başında Ulu Camii gelmektedir. Nitekim 18 ve 19. yüzyıllarda Diyarbakır’a gelen seyyahların büyük bir kısmı Ulu Camii’nin kiliseden camiye çevrildiğini iddia etmektedir. Ancak bunların hiçbirisi iddiasını temellendirmek için herhangi bir kaynak gösterememektedir. Yukarıda da ifade edildiği üzere Ulu Camii’nin ne zaman yapıldığı hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip değiliz. Bu konudaki bilgi eksikliği akademik yayınlarda da yanlış bilgilerin yer almasına neden olmaktadır. Zira Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah döneminde 1091’deki bir onarımdan hareketle Ulu Camii’nin Büyük Selçuklu eseri olduğu iddia edilmektedir. Oya Ulu Camii’nin mevcut mimarisi dikkate alındığında, Diyarbakır’ın fethinden yaklaşık 60-70 yıl sonra inşa edildiğini düşünmekteyiz. Zira ilk esaslı dini yapıların Emevi Halifesi Abdülmelik b. Mervan ve oğlu Halife Velid b. Abdülmelik döneminde inşa edildiğini görüyoruz. Bu dönem, Emevilerin siyasi, askeri ve ekonomik açıdan olduğu kadar mimaride de zirvede olduğu süreçtir. Şam Ümeyye Camii, Mescid-i Aksa, Kubbetü’s-Sahra ve Harran Ulu Camii bunlar arasındadır. Emeviler döneminde, Diyarbakır’ın da içerisinde yer aldığı el-Cezire bölgesindeki Harici isyanları nedeniyle devletin hâkimiyetinin kesintiye uğraması ve Diyarbakır ile ilgili mahalli tarihi konu alan eserlerin olmaması nedeniyle şehirdeki yapılar hakkında detaylı ve sağlıklı bilgiye sahibi değiliz. Bununla birlikte Bizans, Süryani ve Ermeni kaynaklarında da bu tartışmaları geride bırakacak bir bilgiye sahip değiliz. Durum böyle olmakla birlikte şehri ziyaret eden seyyahlar Ulu Camii hakkında hiçbir kaynağa atıf yapmaksızın bu mabedin eski bir kilise olduğunu iddia etmiştir. Bazı seyyahlar bizzat camiyi inceleyerek yapı tarzı ve kullanılan malzeme ile iddiasını temellendirmeye çalışmıştır. Bununla birlikte Albert Gabriel gibi bazı kişiler ise yaptıkları tetkiklere binaen Ulu Camii’nin kiliseden dönüştürülmediğini savunmaktadır. Bu arada şunu belirtmek gerekiyor, Ulu Camii’nin yapı tarzı Bizans tarzına benzese bile bu da yine mevcut yapının Müslümanların eseri olmadığı anlamına gelmez. Zira Emeviler döneminde İslam mimarisi Hıristiyan mimarisi ile yarışacak bir seviyeye gelmekle birlikte Bizans mimarisinden önemli ölçüde etkilenmiş olmalıdır. Bunun iki nedeni bulunuyordu.
Birincisi Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Anadolu’da hâkim olan devlet Bizans olduğu için doğal olarak henüz özgün bir mimariye sahip olmamış Emevilerin/Müslümanların Bizans mimarisinden doğal olarak etkilenecekti. Fethedilen topraklardaki usta ve sanatların Bizans mimarisine aşina olması ve bu mimarların bir kısmından Müslümanların da istifade etmesi inşa edilen yapılardaki muhtemel benzerliğin nedenlerinden birisi olmaktadır. Müslümanlar karşılaşmış oldukları görkemli ve muhteşem Bizans yapılarından etkilenmiş ve onlardan istifade etmiştir. Bunu da bir ölçüde doğal karşılamak gerekiyor. Hiçbir devlet hâkim olduğu bir yerde en azından kısa vadede mahalli insan kaynakları ile yaygın malzemeden bağımsız bir tarz inşa edemez. Kullanılan mimari malzemenin aynı olması, usta ve sanatkârların meziyet ve algıları bu benzerliği beraberinde getirecektir. Kubbetü’s-Sahra, Mescid-i Aksa ve Şam Ümeyye Camii gibi yapılar inşa edilirken vaktiyle Bizans idaresinde görev yapmış ve bir takım eserler inşa etmiş Hıristiyan ustalardan istifade edilmiştir. Bu nedenle Diyarbakır Ulu Camii’nin malzemesi ve yapı tarzının da Bizans yapıları ile bir takım benzerlikler göstermesi bunu Bizans eseri olarak değerlendirmek gerçekçi bir durum değildir. Kaldı ki Diyarbakır Ulu Camii’nin yapı tarzı açısından en çok benzediği ve adeta prototipi olduğu yapı Şam Ümeyye Camii’dir. Bununla birlikte 12. yüzyılın ortalarındaki yangın ve deprem nedeniyle Ulu Camii’nin büyük bir tahribata uğradığı, bu nedenle büyük çaplı onarımlara tabi tutulduğu bilinmektedir. Bu nedenle Büyük Selçuklular, İnaloğulları, Nisanoğulları, Anadolu Selçuklular, Artuklular, Akkoyunlar ve Osmanlılara ait bir takım kitabeler caminin muhtelif yerlerinde bulunmaktadır.
İnancın ve tevhidin şahidi olan, kadim kentin tarihi ile neredeyse eşdeğer olan bu mabet, Diyarbakır’ın vicdanı, kalbi ve ruhu mesabesindedir. Kentin simgesi ve İslam âleminin 5. Harem-i Şerifi olarak görülen Ulu Camii nam-ı diğer Cami-i Kebir, bağrında bulunduğu şehre ruhaniyet katmaktadır. Zira Anadolu’nun hiçbir şehri Diyarbakır kadar sahabenin iştiraki ile fethedilmemiştir. Bu nedenle Ulu Camii’de namaz kılan Müslümanlar, sahabenin arkasında rükû ve secdeye varmış gibi bir huşu ile ibadetini eda eder. Adeta Evliya Çelebi’nin ifadesi üzere kişi namazının kabul edildiğine kalbi şehadet eder.
Doç. Dr. Oktay BOZAN
Emek Partisi’nden GGC’ye ZiyaretMayıs 3, 202406:23 “3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü Kutlu Olsun”Mayıs 3, 202406:23 GGC’de Görev Dağılımı YapıldıNisan 30, 202406:20 GGC Yönetimi güven tazelediNisan 27, 202406:18 Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nde Medyada Etik ve Etik Denetimi Atölyesi düzenlendiNisan 19, 202406:17 GGC GENEL KURUL ÇAĞRISINisan 4, 202406:16